Meriç nehrinin mezarlığa dönüşmüş karanlık sularına bakarken aklımda tek şey vardı. Çok sevdiğim ülkemden çıkmak. Beşik gibi sallanan kayıkta eniştem, kuzenim ve üç çocuklu bir aileyle birlikte nehirde ilerliyorduk. Ailenin en küçük ferdi bir bebekti ve ağlıyordu. “Kesin şunun sesini yakalanacağız.” diye küfretti bize eşlik eden kaçakçı. Adam her durumda küfreden karanlık bir tipti. Karşıya geçemeden yakalanma ihtimali içimi ürpertti. Enişteme fısıldadım. “Enişte eğer yakalanacak olursak suya atlayıp yüzeceğim haberin olsun.” Eniştem, “Su göründüğü gibi değil akıntı var çamur var boğulabilirsin Allah korusun.” dedi endişeyle. O an düşündüm. Kapkaranlık gecenin ortasında Meriç‟in karanlık ve soğuk sularına baktım. Ben zaten ölüydüm.
Hukukun olmadığı yerde, iftiraya ve zulme uğrayan insanın nefes alamadığını, manen öldüğünü yaşayıp görmüştüm. Sahip olduğunuz her şey birilerinin iki dudağı arasına sıkışmışken yaşamak, yaşamak sayılmazdı. Özgürlüğüme gidebilmek için riskleri göze alacaktım. Bebek hepimizi saran tedirginliği sanki hissediyordu daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Annesi çocuğunu susturmak için göğsüne bastırdı. Nefeslerimizi tuttuk.
Donate Now